Hadim Mahallesinde gelenekler
OKUYACAĞINIZ YAZINI BAŞLIĞINI İÇİNDEKİLERDEN SEÇİN
ESKİ DÜĞÜNLERİMİZ
Eski düğünlerle yeni düğünlerin iki özelliği dışında hiç bir ortak yönü kalmamıştır. Birçok değerler aşınmış veya ortadan kalkmıştır. Bu iki özellikten biri çalgı, diğeri ise oyundur. Tabi ki çalgı ve oyunların da ne derece ortak yönü kaldığı tartışılır. Bugünkü çalgıların 'Hatalarını örtmek için midir nedir?' son sesine kadar açılarak müzikten ziyade bir gürültü oluşturduğunu her halde anlamayan kalmadı. Anlamsız hareketlerle adeta sahnede tepinen 'belli bir figürü olmayan' oyuncuların eski oyuncularla ve oyunlarla ne ilgisi var? Kapalı mekânlarda son sesine kadar açılan müzikler insana, müzikten de düğünden de gına getiriyor. O yüzden olacak ki düğünden döndüğüm gece sabaha kadar başım ağrır.
Bugün köylerde yapılan bazı düğünlerdeki ortak değerlerden biri de tabanca atılmasıdır. Sanki uzayda ki düşmanları öldürmek için havaya ta.ta.ta.ta... Gibi ateş etmelerinin, bu gün bile hala ne anlama geldiğini anlamış değilim. Tabanca atmanın çok olumsuz yönü var. Ekonomik yönünü bir tarafa bıraksak, yasalara uymama, magandacılık gibi kötü yanlarını söyleyebiliriz. Bir de silahı sarhoş iken kullanırsanız, birçok istenmeyen olaylarla karşılaşmanız kaçınılmazdır. Çevremizde pek çok örneklerini görmüş, duymuşuzdur.
Düğün telaşı ve hazırlıkları haftalar önceden başlardı. Hazırlıkların ilk adımı pusat görmedir. Pusat görme; Gelin ve damadın ailelerinin (dünürler) gelin ile damada giysiler ve birtakım eşyaların alım işidir. Kız evinden, gelin kız ile gelin kızın yengesi veya yakın bir akrabası ile oğlanın anne babası katılır. Burada masrafın tamamına yakın kısmı oğlan evi tarafından yapılır. Altınlar önceden kararlaştırıldığı gibi kız evi tarafının istekleri doğrultusunda alınır. Ayrıca çok sayıda ayakkabı, entari, fistan ve metrelerce basma kumaş alınır. Alınan basmalar da yıllarca sandık da saklanırdı ne akla hizmetse!
Bu alışlar bazen o kadar abartılırdı ki dünürler arasında anlaşmazlık çıkar ve ayrılmalara (başlamadan bitmelere) kadar giderdi. Belki de kız evinin tamahkârlığı, damadın diğer kardeşlerinden mal kaçırma telaşı olabilir mi acaba? Diye düşünmüşümdür.
Fakir ailelerin çoğu altından bunalmışlardır. Beşibirlik, tokalı, fes için turalı altın, koca altın gibi altınlar...
O zamanlar gelinlere birde fes takılırdı. Fes erkeklerinkinden farklı, biraz daha sivri ve uzun... (dondurma külahının kesilmiş sivri kısmının atılmış geri kalan geniş kısmı gibi). Feslerin ön kısmında kurdeleye dizili, düşük ayarlı, bebek altını büyüklüğünde sık ve yatay dizilmiş altınlar olurdu. Bunların sayısı 40 ile 50 arasında değişirdi. Feslerin bir özelliği de sanıyorum, genç kızlarla genç evli bayanları ayırıyordu. Bekâr genç kızların fes giydiklerini hiç görmedim. Fes'i daha çok evli bayanlar giyerdi.
Hazırlıkların ikinci adımı, çalgıcı ayarlamak ve oku (davetiye) dağıtmaktır. Çalgıcılardan haftalar önce söz alınır bir miktar para verilir. Gün ve söz alınır diyorum, çalgıcıların o haftası boş olmaya bilir. O zamanların en pahalı ve en gözde çalgıcısı Çivrilli Abdurrahman’dır. Düğün sahibi, Abdurrahman'dan başkası gelirse köy halkı nezdinde küçük düşeceğini bildiği için gerekirse düğün gününü; çalgıcının isteği doğrultusunda ertelemeye razı olurdu.
Çalgıcılar beş kişilik bir ekiptir. Bunların her biri farklı müzik aleti çalar. ''Sarı düdük'' dediğimiz müzik aletini Abdurrahman çalardı. Adeta bir orkestra şefi gibiydi. Kara düdük dediğimiz iki adet klarnet'çi. Davulcu ve trampet'e benzeyen küçük davulcu...
Oku dağıtan ise hemen hemen her düğünde aynıdır. Rahmetli veli amca (Deli Veli) sırtına bir heybe asar, heybenin içinde ki sabunlardan her haneye bırakır, ''Falanın düğünü var bu hafta'' der. Böylece bütün köy halkı okularını alır ve kimin düğünü olduğunu öğrenir. Eğer yabana (köy dışına) da oku verilecekse mendil veya havlu gönderilir. Nadiren de olsa köy halkının tamamına da mendil verilebilir. Böylece oku da dağıldıktan sonra düğün günü beklenir.
Düğünden bir gün önce, (çok kötü bir gelenek olduğunu söylemeden geçemeyeceğim) uzun ve ince bir çam ağacı kesilerek düğün evine bayrak direği gibi asılır. Düğün evinin belli olması açısından... Ayrıca kesilerek eğreti olarak dikilen bu çam ağacı, balonlarla süslenerek tepesine bayrak asılırdı.
Düğün günü, Cuma sabahı koyun veya koyunlar kesilir,aşçı da ise kazanlarla yemekleri hazırlama telaşı başlardı. Öğleden önce gelen çalgıcılarla beraber gençler, keşkeklik buğday dövmek üzere pazar yerindeki dibek'e gidilirdi.Eski den Çarşamba (Çarşambaya ışıklı da denirdi ) günleri köyümüzde pazar kurulduğu için pazar yeri deniyor. Ben pazarın kurulduğunu bilmiyorum, yalnız şimdiki Sulama Birliğinin olduğu yerde bulunan kaydırma, pazar yerini gayet iyi hatırlıyorum. Aralarında ağaç bölmeler olan sıralı odacıklardı bunlar. Çocukluğumda Selim Mehmet Ali Dayı buraya hayvanları bağlayarak nal çaktığını gayet iyi hatırlıyorum. Yabandan gelen semerci, kalaycı, boyacı kullanırdı buraları. Bu üçgen meydanın ortasında idi dibek taşı. Belki halen oradadır. Dibekte buğday dövmeye yarayan (T) şeklinde ağaçtan yapılan araca ''soku'' adı verilir. Pazar yerine varan gençlerin bir kısmı oynarken bir kısmı sokuları ile dibeğe konan buğdayı döverlerdi. Daha sonra oyuncularla buğday dövenler (keşkek dövenler diye de söylenir) yer değiştirerek devam eder.Düğün boyunca yetecek kadar buğday dövülürdü.
Keşkek düğünlerimizin vazgeçilmez yemeklerinden birisidir. Tabi ki keşkek kavurmasız olmaz. Kavurma; kesilen koyunların kemikli etlerinden, içine bir miktar nohut konularak yapılan sulu bir çeşit haşlamadır. Mevsime göre çorba, kuru fasulye ve tatlı düğün yemeklerimizdendir.Tatlılar; tahin helvası, irmik helva veya köpük helvadır. Köpük helva, çöğen ve şekerden yapılan beyaz renkli tahin kıvamında bir tatlıdır. Beyaz olması nedeni ile ''ak helva'' da denir. Şimdi nadir bulunduğu için gençlerimizin çoğu bilmez. Düğün yemeklerimiz bunlardır. Yemek yeme ye gelince, yere kurulan sofralarda yenirdi yemekler.Şimdiki gibi fırın ekmeği olmadığından, bir haftaya yakın her gün yapılan yufkalar sulanır, bez veya dokumadan mendiller içerisinde sunulurdu düğün sofralarımıza. Sofralar açılınca, bir tepsi (sini) içerisinde her yemekten bir çanak (tabak) olmak şartı ile sofraya konulur. Bir odada iki ya da üç sofra, her sofrada 5-6 kişi yemek yer. Yemekler çorbadan başlayarak tatlı ile son bulur. Sevilen yemeklerin takviyesi yapılabilirdi.
Bunların içinde tadını hiç unutmadığım keşkektir. Belki de ona başka bir tat veren, içine ilave edilen kavurma suyudur. Bizler yaşlandığımız için mi? Yoksa buğdayların hormonlu olmasından mı bilmem, Eski keşkeklerin tadını hiç bir zaman bulamıyorum.
Cuma günü akşamı maşala yapılırdı. Aydınlatma ve ısınma amaçlı odunların yakılıp etrafında oyunlar oynanmasına maşala denirdi. Bu oyunlar çalgı eşliğindeki zeybek oyunları olduğu gibi, tiyatro şeklinde de olabilirdi.Kadın rollerini, kadın giysileri ile erkekler temsil ederdi. Gece ve gündüz oynanan zeybeklerde silahlar atılırdı. Oynayanların etrafı seyirciler tarafından çevrilir ve seyredilirdi. Oyunu bitiren, yeni oyuncuları ellerinden tutarak meydana sürüklerdi. Yeni oyuncu nazlanıp ' nazlanmak usuldendir' meydana çıkarak oynardı. Bazen de yeni oyuncu oyuna başlamadan önce diğer arkadaşları, yanındakiler tarafından meydana oynamaları için itilirdi. Oyun bilmeyen hemen, hemen yok denecek kadar azdı.
Yaz geceleri asfaltın kenarında (o zamanlar şose idi) suyu kuruyan Şaban Gölünde, zeybek öğrenmek için az mı antrenman yaptık. Başta usta öğreticimiz Baki Baydar olmak üzere, rahmetli sağdıcım Rafet Şahin, Osman Çiftçi, Muzaffer Akteke çok geceler beraber çalıştık.
Düğünün ikinci günü kına kağnısı çıkar (yapılır). Kına kağnısı kızın eşyalarının kağnı ( bir çift öküz tarafından çekilen iki tekerli bir araç) ile çalgı eşliğinde köy halkı tarafından damadın evine götürülmesidir. Evden yüklenen eşyalar, öküzlerin çektiği kağnı tarafından sokaklarda dolaştırılarak götürülür. Kağnının arkasında insanlar, insanların arkasında çalgıcılar. İnsanlar zaman, zaman maniiiiii ! veya seveliiiim! Diye bağırır, davul susar, insanlardan birisi yüksek sesle mani söyler. Böylece oğlan evine varıncaya kadar maniler söylenir. Hatırladığım son kına kağnısı, Berber Hüseyin’in düğününün kına kağnısıdır. (Hüseyin Gencerin)
Yabandan davetliler gelirken ilk gören ; ''Okucu geliyor! Okucu...'' diye bağırır. Bunun üzerine, oyun oynanıyorsa bile yarıda kesilir, davulcularla birlik de okucu (yabancı davetli) karşılanır. Yabancı davetli de davulcu ya bahşiş verir.
Cumartesi gecesi (cumartesi akşamı) kına gecesi yapılır. Kına gecesi Kadınların kendi aralarında çalıp oynadığı gecedir. Kına gecesi için büyük bir yer ayarlanır. Aydınlatma olarak kandil veya gaz lambası kullanılır.Gerekirse fazla aydınlanmak için bir kaç aydınlatma aracı kullanılır.Daha sonraları gemici feneri de kullanılmaya başladı. O zamanlar erkekler içeri alınmadığı için ben gördüklerimi değil, duyduklarımı yazıyorum. Türkü çağırıp çığırmasını bilen bir kadınla, def çalmasını bilen kadınlar çalar söyler, diğerleri oynar eğlenirler. Çoğu söyledikleri de aynı makamdadır. Gece evlerine dağılmadan önce akraba ve komşuları düğün evine uğrarlar. Dışarıdan gelen okucalar dan (davetlilerden) açık da kalan okucuları evlerine yatmaya götürürler.
Düğün içkili ise akşam, gençlerden içenler, arkadaş gurupları ile bir evde toplanırlar ve içerler. Sarhoş olana kadar... Kafayı bulduklarında zırvalamaya başlarlar. ''Davulcular gelsin bizi eğlendirsin! Yemek, et gelsin. Gelsin damat, sağdıç v.s'' gibi. Sağdıç bir nevi damada düğün süresince yardım eden, sağa sola koşturan, hizmet eden kişi.En çok yorulanların başında da sağdıç gelir.Yerli ve yabancı misafirlere hizmet baş görevlerindendir. Hani ne derler (Eşeğini dövemeyen semerini döver.) diye boşuna dememişler. Damadı bulamayan sarhoş sağdıcı hırpalar.
Eski düğünlerin vazgeçilmezlerinden biri de at yarışları ve cirit oyunudur. At yarışlarına genellikle; Akgönek'in (Mustafa Işıklı),Cengiz'in (Hüsam Dedecengiz'in babası), Arap Hakkının (Hakkı Kansu) Hepsi de rahmetli oldu. Bazen de Ömer Karaduman'ın atı yarışırlardı. Yarış pisti Çivril yolu seçilirdi. O zamanlar yol şose,araba da az olduğundan trafik yok denecek kadar az idi, azami günde 7-8 araba geçerdi. Yarışın başlangıç noktası yola yakın bulunan palamut ağacının hizası idi. Şu anda ki palamut ağacı,eski palamut ağacının kesildikten sonra kökünden süren ağaç dır. (yavrusu) Bu yarışlar bazen araba yarışı şeklinde de olurdu. Arabaya koşulan atlar bazen birbirlerini geçerken arabalar birbirine takılıp, kazalar meydana geldiği için zamanla araba yarışları yapılmaz oldu.
Cirit'e gelince, cirit; Eski zamanlarda takımlar halinde at üzerinde oynanan bir savaş oyunudur. En az iki takım tarafından, at üzerinde hareket halindeyken oynanır. Kavaktan yapılan cirit sopalarını birbirlerine atarlar. Rakip takımdan sopayı kapan puan kazanır. Atan isabet ettirirse kazanır. Oyunun kendine göre birtakım kuralları vardır. 50-60 yıl öncesine kadar Anadolu da yaygın olan ata sporumuz, bu gün ülkemizin belli yörelerinde Atlı Spor Kulüpleri tarafından yaşatılmaktadır. Eski düğünlerimizde at yarışları gibi cirit oyunları da oynanırdı. Bu oyunu en güzel oynayan, aklım da kaldığı kadarı ile rahmetli Yörük Hasan Hüseyin Dede idi.
Düğünün üçüncü günün, baş derildikten sonra gelin almaya gidilir. Baş derilme olayı damat ile sağdıcın yan yana dikilip okucuların okularını taktığı törendir. Damat ile sağdıç, omuzlarının üzerinden arkaya doğru salınan çok desenli birer poçu bağlar. Yere yazılmış hasır veya kilimin yanına dikilir, imam duasını yaptıktan sonra takı başlar. Yakın akrabalar ve arkadaşları kâğıt paraları iğneler. Bazıları da metal paraları ve kâğıt paraları yaygı üzerine bırakırlar. Burada biriken bu paraların çok az kısmı çocukların bulunduğu yere saçılır ve bu paraları çocuklar birbirini ite kaka kaparlar. Geri kalan kısmı damadın cebine konur.
Gelin almaya çalgı ve insanlarla gidilir. Gelinin evinin önünde oyunlar oynandıktan sonra gelin at arabasına biner. Gelin evden çıkarken gelinin odasının kapı arkası kilitlenir, (Buna kapı dayaklama denir.) damadın babasından para koparmak için. Bunu yapan genelde gelinin küçük kardeşleri veya akrabalarıdır. At arabasını çeken atlar süslenirdi. Gelin arabası ve diğer at arabaları konvoy halinde caminin etrafında tur attıktan sonra düğün evine giderlerdi. O zaman damat, gelin arabasında olmaz, gelinin gelmesini evinin üzerinde (dam başında) sağdıçla beraber beklerdi. Gelin arabadan inerken damat silah atar, yerde de damadın anası gelinin başının üzerine çerez karışımı (leblebi, fıstık, şeker) atardı. Eğer gelin komşu köyden gelecekse at arabaları ile gidip gelinirdi. Zaten yabandan evlenenlerde ''ki nadir görülürdü'' komşu köyün dışından olmazdı. Daha sonraki kuşaklar, ilçe ve il içinden dışarı çıkmadı. Şimdikiler ise bırakın Türkiye'yi yurt dışından evlenmeler başladı. Kısaca şimdi ki aşklar sınır tanımıyor.
Gelinin başındaki duvak da çok farklı idi. Gelinin başı, fesinin yanlarından yukarı doğru çığa adı verilen renkli maddelerle süslenirdi.Önüne örtülen duvaktan yüzü görülmezdi. Gelin duvaktan dışarıyı kendi de pek net görmüyordu galiba. Üzerinde gelinlik yok, renkli ve cafcaflı elbiseler olurdu.
Artık son olarak damadın babası veya damat oynar, paralar çevrilir, çalgılar her düğünde olduğu gibi o meşhur besteyi (gelin ağlatan) çalarak düğünü bitirir.
Ertesi günü (Çalbazarı) pazartesi günü kadınlar harman yerinde toplanarak duvak yaparlardı.
Eski düğünlerle yeni düğünlerin iki özelliği dışında hiç bir ortak yönü kalmamıştır. Birçok değerler aşınmış veya ortadan kalkmıştır. Bu iki özellikten biri çalgı, diğeri ise oyundur. Tabi ki çalgı ve oyunların da ne derece ortak yönü kaldığı tartışılır. Bugünkü çalgıların 'Hatalarını örtmek için midir nedir?' son sesine kadar açılarak müzikten ziyade bir gürültü oluşturduğunu her halde anlamayan kalmadı. Anlamsız hareketlerle adeta sahnede tepinen 'belli bir figürü olmayan' oyuncuların eski oyuncularla ve oyunlarla ne ilgisi var? Kapalı mekânlarda son sesine kadar açılan müzikler insana, müzikten de düğünden de gına getiriyor. O yüzden olacak ki düğünden döndüğüm gece sabaha kadar başım ağrır.
Bugün köylerde yapılan bazı düğünlerdeki ortak değerlerden biri de tabanca atılmasıdır. Sanki uzayda ki düşmanları öldürmek için havaya ta.ta.ta.ta... Gibi ateş etmelerinin, bu gün bile hala ne anlama geldiğini anlamış değilim. Tabanca atmanın çok olumsuz yönü var. Ekonomik yönünü bir tarafa bıraksak, yasalara uymama, magandacılık gibi kötü yanlarını söyleyebiliriz. Bir de silahı sarhoş iken kullanırsanız, birçok istenmeyen olaylarla karşılaşmanız kaçınılmazdır. Çevremizde pek çok örneklerini görmüş, duymuşuzdur.
Düğün telaşı ve hazırlıkları haftalar önceden başlardı. Hazırlıkların ilk adımı pusat görmedir. Pusat görme; Gelin ve damadın ailelerinin (dünürler) gelin ile damada giysiler ve birtakım eşyaların alım işidir. Kız evinden, gelin kız ile gelin kızın yengesi veya yakın bir akrabası ile oğlanın anne babası katılır. Burada masrafın tamamına yakın kısmı oğlan evi tarafından yapılır. Altınlar önceden kararlaştırıldığı gibi kız evi tarafının istekleri doğrultusunda alınır. Ayrıca çok sayıda ayakkabı, entari, fistan ve metrelerce basma kumaş alınır. Alınan basmalar da yıllarca sandık da saklanırdı ne akla hizmetse!
Bu alışlar bazen o kadar abartılırdı ki dünürler arasında anlaşmazlık çıkar ve ayrılmalara (başlamadan bitmelere) kadar giderdi. Belki de kız evinin tamahkârlığı, damadın diğer kardeşlerinden mal kaçırma telaşı olabilir mi acaba? Diye düşünmüşümdür.
Fakir ailelerin çoğu altından bunalmışlardır. Beşibirlik, tokalı, fes için turalı altın, koca altın gibi altınlar...
O zamanlar gelinlere birde fes takılırdı. Fes erkeklerinkinden farklı, biraz daha sivri ve uzun... (dondurma külahının kesilmiş sivri kısmının atılmış geri kalan geniş kısmı gibi). Feslerin ön kısmında kurdeleye dizili, düşük ayarlı, bebek altını büyüklüğünde sık ve yatay dizilmiş altınlar olurdu. Bunların sayısı 40 ile 50 arasında değişirdi. Feslerin bir özelliği de sanıyorum, genç kızlarla genç evli bayanları ayırıyordu. Bekâr genç kızların fes giydiklerini hiç görmedim. Fes'i daha çok evli bayanlar giyerdi.
Hazırlıkların ikinci adımı, çalgıcı ayarlamak ve oku (davetiye) dağıtmaktır. Çalgıcılardan haftalar önce söz alınır bir miktar para verilir. Gün ve söz alınır diyorum, çalgıcıların o haftası boş olmaya bilir. O zamanların en pahalı ve en gözde çalgıcısı Çivrilli Abdurrahman’dır. Düğün sahibi, Abdurrahman'dan başkası gelirse köy halkı nezdinde küçük düşeceğini bildiği için gerekirse düğün gününü; çalgıcının isteği doğrultusunda ertelemeye razı olurdu.
Çalgıcılar beş kişilik bir ekiptir. Bunların her biri farklı müzik aleti çalar. ''Sarı düdük'' dediğimiz müzik aletini Abdurrahman çalardı. Adeta bir orkestra şefi gibiydi. Kara düdük dediğimiz iki adet klarnet'çi. Davulcu ve trampet'e benzeyen küçük davulcu...
Oku dağıtan ise hemen hemen her düğünde aynıdır. Rahmetli veli amca (Deli Veli) sırtına bir heybe asar, heybenin içinde ki sabunlardan her haneye bırakır, ''Falanın düğünü var bu hafta'' der. Böylece bütün köy halkı okularını alır ve kimin düğünü olduğunu öğrenir. Eğer yabana (köy dışına) da oku verilecekse mendil veya havlu gönderilir. Nadiren de olsa köy halkının tamamına da mendil verilebilir. Böylece oku da dağıldıktan sonra düğün günü beklenir.
Düğünden bir gün önce, (çok kötü bir gelenek olduğunu söylemeden geçemeyeceğim) uzun ve ince bir çam ağacı kesilerek düğün evine bayrak direği gibi asılır. Düğün evinin belli olması açısından... Ayrıca kesilerek eğreti olarak dikilen bu çam ağacı, balonlarla süslenerek tepesine bayrak asılırdı.
Düğün günü, Cuma sabahı koyun veya koyunlar kesilir,aşçı da ise kazanlarla yemekleri hazırlama telaşı başlardı. Öğleden önce gelen çalgıcılarla beraber gençler, keşkeklik buğday dövmek üzere pazar yerindeki dibek'e gidilirdi.Eski den Çarşamba (Çarşambaya ışıklı da denirdi ) günleri köyümüzde pazar kurulduğu için pazar yeri deniyor. Ben pazarın kurulduğunu bilmiyorum, yalnız şimdiki Sulama Birliğinin olduğu yerde bulunan kaydırma, pazar yerini gayet iyi hatırlıyorum. Aralarında ağaç bölmeler olan sıralı odacıklardı bunlar. Çocukluğumda Selim Mehmet Ali Dayı buraya hayvanları bağlayarak nal çaktığını gayet iyi hatırlıyorum. Yabandan gelen semerci, kalaycı, boyacı kullanırdı buraları. Bu üçgen meydanın ortasında idi dibek taşı. Belki halen oradadır. Dibekte buğday dövmeye yarayan (T) şeklinde ağaçtan yapılan araca ''soku'' adı verilir. Pazar yerine varan gençlerin bir kısmı oynarken bir kısmı sokuları ile dibeğe konan buğdayı döverlerdi. Daha sonra oyuncularla buğday dövenler (keşkek dövenler diye de söylenir) yer değiştirerek devam eder.Düğün boyunca yetecek kadar buğday dövülürdü.
Keşkek düğünlerimizin vazgeçilmez yemeklerinden birisidir. Tabi ki keşkek kavurmasız olmaz. Kavurma; kesilen koyunların kemikli etlerinden, içine bir miktar nohut konularak yapılan sulu bir çeşit haşlamadır. Mevsime göre çorba, kuru fasulye ve tatlı düğün yemeklerimizdendir.Tatlılar; tahin helvası, irmik helva veya köpük helvadır. Köpük helva, çöğen ve şekerden yapılan beyaz renkli tahin kıvamında bir tatlıdır. Beyaz olması nedeni ile ''ak helva'' da denir. Şimdi nadir bulunduğu için gençlerimizin çoğu bilmez. Düğün yemeklerimiz bunlardır. Yemek yeme ye gelince, yere kurulan sofralarda yenirdi yemekler.Şimdiki gibi fırın ekmeği olmadığından, bir haftaya yakın her gün yapılan yufkalar sulanır, bez veya dokumadan mendiller içerisinde sunulurdu düğün sofralarımıza. Sofralar açılınca, bir tepsi (sini) içerisinde her yemekten bir çanak (tabak) olmak şartı ile sofraya konulur. Bir odada iki ya da üç sofra, her sofrada 5-6 kişi yemek yer. Yemekler çorbadan başlayarak tatlı ile son bulur. Sevilen yemeklerin takviyesi yapılabilirdi.
Bunların içinde tadını hiç unutmadığım keşkektir. Belki de ona başka bir tat veren, içine ilave edilen kavurma suyudur. Bizler yaşlandığımız için mi? Yoksa buğdayların hormonlu olmasından mı bilmem, Eski keşkeklerin tadını hiç bir zaman bulamıyorum.
Cuma günü akşamı maşala yapılırdı. Aydınlatma ve ısınma amaçlı odunların yakılıp etrafında oyunlar oynanmasına maşala denirdi. Bu oyunlar çalgı eşliğindeki zeybek oyunları olduğu gibi, tiyatro şeklinde de olabilirdi.Kadın rollerini, kadın giysileri ile erkekler temsil ederdi. Gece ve gündüz oynanan zeybeklerde silahlar atılırdı. Oynayanların etrafı seyirciler tarafından çevrilir ve seyredilirdi. Oyunu bitiren, yeni oyuncuları ellerinden tutarak meydana sürüklerdi. Yeni oyuncu nazlanıp ' nazlanmak usuldendir' meydana çıkarak oynardı. Bazen de yeni oyuncu oyuna başlamadan önce diğer arkadaşları, yanındakiler tarafından meydana oynamaları için itilirdi. Oyun bilmeyen hemen, hemen yok denecek kadar azdı.
Yaz geceleri asfaltın kenarında (o zamanlar şose idi) suyu kuruyan Şaban Gölünde, zeybek öğrenmek için az mı antrenman yaptık. Başta usta öğreticimiz Baki Baydar olmak üzere, rahmetli sağdıcım Rafet Şahin, Osman Çiftçi, Muzaffer Akteke çok geceler beraber çalıştık.
Düğünün ikinci günü kına kağnısı çıkar (yapılır). Kına kağnısı kızın eşyalarının kağnı ( bir çift öküz tarafından çekilen iki tekerli bir araç) ile çalgı eşliğinde köy halkı tarafından damadın evine götürülmesidir. Evden yüklenen eşyalar, öküzlerin çektiği kağnı tarafından sokaklarda dolaştırılarak götürülür. Kağnının arkasında insanlar, insanların arkasında çalgıcılar. İnsanlar zaman, zaman maniiiiii ! veya seveliiiim! Diye bağırır, davul susar, insanlardan birisi yüksek sesle mani söyler. Böylece oğlan evine varıncaya kadar maniler söylenir. Hatırladığım son kına kağnısı, Berber Hüseyin’in düğününün kına kağnısıdır. (Hüseyin Gencerin)
Yabandan davetliler gelirken ilk gören ; ''Okucu geliyor! Okucu...'' diye bağırır. Bunun üzerine, oyun oynanıyorsa bile yarıda kesilir, davulcularla birlik de okucu (yabancı davetli) karşılanır. Yabancı davetli de davulcu ya bahşiş verir.
Cumartesi gecesi (cumartesi akşamı) kına gecesi yapılır. Kına gecesi Kadınların kendi aralarında çalıp oynadığı gecedir. Kına gecesi için büyük bir yer ayarlanır. Aydınlatma olarak kandil veya gaz lambası kullanılır.Gerekirse fazla aydınlanmak için bir kaç aydınlatma aracı kullanılır.Daha sonraları gemici feneri de kullanılmaya başladı. O zamanlar erkekler içeri alınmadığı için ben gördüklerimi değil, duyduklarımı yazıyorum. Türkü çağırıp çığırmasını bilen bir kadınla, def çalmasını bilen kadınlar çalar söyler, diğerleri oynar eğlenirler. Çoğu söyledikleri de aynı makamdadır. Gece evlerine dağılmadan önce akraba ve komşuları düğün evine uğrarlar. Dışarıdan gelen okucalar dan (davetlilerden) açık da kalan okucuları evlerine yatmaya götürürler.
Düğün içkili ise akşam, gençlerden içenler, arkadaş gurupları ile bir evde toplanırlar ve içerler. Sarhoş olana kadar... Kafayı bulduklarında zırvalamaya başlarlar. ''Davulcular gelsin bizi eğlendirsin! Yemek, et gelsin. Gelsin damat, sağdıç v.s'' gibi. Sağdıç bir nevi damada düğün süresince yardım eden, sağa sola koşturan, hizmet eden kişi.En çok yorulanların başında da sağdıç gelir.Yerli ve yabancı misafirlere hizmet baş görevlerindendir. Hani ne derler (Eşeğini dövemeyen semerini döver.) diye boşuna dememişler. Damadı bulamayan sarhoş sağdıcı hırpalar.
Eski düğünlerin vazgeçilmezlerinden biri de at yarışları ve cirit oyunudur. At yarışlarına genellikle; Akgönek'in (Mustafa Işıklı),Cengiz'in (Hüsam Dedecengiz'in babası), Arap Hakkının (Hakkı Kansu) Hepsi de rahmetli oldu. Bazen de Ömer Karaduman'ın atı yarışırlardı. Yarış pisti Çivril yolu seçilirdi. O zamanlar yol şose,araba da az olduğundan trafik yok denecek kadar az idi, azami günde 7-8 araba geçerdi. Yarışın başlangıç noktası yola yakın bulunan palamut ağacının hizası idi. Şu anda ki palamut ağacı,eski palamut ağacının kesildikten sonra kökünden süren ağaç dır. (yavrusu) Bu yarışlar bazen araba yarışı şeklinde de olurdu. Arabaya koşulan atlar bazen birbirlerini geçerken arabalar birbirine takılıp, kazalar meydana geldiği için zamanla araba yarışları yapılmaz oldu.
Cirit'e gelince, cirit; Eski zamanlarda takımlar halinde at üzerinde oynanan bir savaş oyunudur. En az iki takım tarafından, at üzerinde hareket halindeyken oynanır. Kavaktan yapılan cirit sopalarını birbirlerine atarlar. Rakip takımdan sopayı kapan puan kazanır. Atan isabet ettirirse kazanır. Oyunun kendine göre birtakım kuralları vardır. 50-60 yıl öncesine kadar Anadolu da yaygın olan ata sporumuz, bu gün ülkemizin belli yörelerinde Atlı Spor Kulüpleri tarafından yaşatılmaktadır. Eski düğünlerimizde at yarışları gibi cirit oyunları da oynanırdı. Bu oyunu en güzel oynayan, aklım da kaldığı kadarı ile rahmetli Yörük Hasan Hüseyin Dede idi.
Düğünün üçüncü günün, baş derildikten sonra gelin almaya gidilir. Baş derilme olayı damat ile sağdıcın yan yana dikilip okucuların okularını taktığı törendir. Damat ile sağdıç, omuzlarının üzerinden arkaya doğru salınan çok desenli birer poçu bağlar. Yere yazılmış hasır veya kilimin yanına dikilir, imam duasını yaptıktan sonra takı başlar. Yakın akrabalar ve arkadaşları kâğıt paraları iğneler. Bazıları da metal paraları ve kâğıt paraları yaygı üzerine bırakırlar. Burada biriken bu paraların çok az kısmı çocukların bulunduğu yere saçılır ve bu paraları çocuklar birbirini ite kaka kaparlar. Geri kalan kısmı damadın cebine konur.
Gelin almaya çalgı ve insanlarla gidilir. Gelinin evinin önünde oyunlar oynandıktan sonra gelin at arabasına biner. Gelin evden çıkarken gelinin odasının kapı arkası kilitlenir, (Buna kapı dayaklama denir.) damadın babasından para koparmak için. Bunu yapan genelde gelinin küçük kardeşleri veya akrabalarıdır. At arabasını çeken atlar süslenirdi. Gelin arabası ve diğer at arabaları konvoy halinde caminin etrafında tur attıktan sonra düğün evine giderlerdi. O zaman damat, gelin arabasında olmaz, gelinin gelmesini evinin üzerinde (dam başında) sağdıçla beraber beklerdi. Gelin arabadan inerken damat silah atar, yerde de damadın anası gelinin başının üzerine çerez karışımı (leblebi, fıstık, şeker) atardı. Eğer gelin komşu köyden gelecekse at arabaları ile gidip gelinirdi. Zaten yabandan evlenenlerde ''ki nadir görülürdü'' komşu köyün dışından olmazdı. Daha sonraki kuşaklar, ilçe ve il içinden dışarı çıkmadı. Şimdikiler ise bırakın Türkiye'yi yurt dışından evlenmeler başladı. Kısaca şimdi ki aşklar sınır tanımıyor.
Gelinin başındaki duvak da çok farklı idi. Gelinin başı, fesinin yanlarından yukarı doğru çığa adı verilen renkli maddelerle süslenirdi.Önüne örtülen duvaktan yüzü görülmezdi. Gelin duvaktan dışarıyı kendi de pek net görmüyordu galiba. Üzerinde gelinlik yok, renkli ve cafcaflı elbiseler olurdu.
Artık son olarak damadın babası veya damat oynar, paralar çevrilir, çalgılar her düğünde olduğu gibi o meşhur besteyi (gelin ağlatan) çalarak düğünü bitirir.
Ertesi günü (Çalbazarı) pazartesi günü kadınlar harman yerinde toplanarak duvak yaparlardı.
Duvak günü gelininin yeniden gelinliğini giydirilir. Komşu kadınlar, akrabalar gelinin evinde toplanır. Eğer duvağa gelenlerden orada bir kadının oğluna nişanladığı bir kız varsa o kadın orada o kıza yazma pürür (Başına başörtüsü örter). Gelinde komşularına ve akraba kızlara yazma pürüyerek ikramda bulunur ve küçük büyük herkesin elini öper. Gelinin eline bir ibrik dolusu su ile ucuna soğan sokulmuş bir ekmek şişi verilir. Gelini köyün genç kızları ve bayanları önce bir kuyu başına götürürler. Gelin giderken elindeki ibrikten su dökerek gider. Bu su dökmenin ne anlama geldiği bilinmemektedir, herhalde bastığı yerlere ve evine bereket getirsin diyedir. Kuyunun başında bir yerlere önceden gelinin kaynanası, bir çocuğa, farklı yerlere bir bıçak ile bir tarak saklatmıştır. Gelin elindeki şişinde yardımı ile bu saklantıların en azından birini bulmak mecburiyetindedir. Gelinin arkadaşlarının da yardımı ile saklantılardan birisi bulunduğunda bu öncelikle kaynanaya ve daha sonra herkese duyurulur. Eğer gelinin bulduğu bir bıçak ise, bu o gelinin ilk çocuğunun erkek olacağına işaret eder. Eğer gelin ilk önce tarak bulursa, gelinin ilk çocuğunun kız olacağına inanılır.
Daha sonra gurup yukarıda da bahsettiğim gibi harman yerine gider. Orada; oraya giden gurup karşılıklı birbirlerinden 8-10 metre uzaklığında . Tek sıra halinde iki saf oluştururlar. Her saftan birer kişi olmak kaydı ile sırasıyla mani söyler. Ortaya doğru sekerek gider orada birbirine sarmaşarak birisi ötekini yine sekerek kendi safına götürür. Bu böylece bir süre devam eder, buna da duvak çekmek adı verilir. Bir müddet böyle eğlendikten sonra, yine gelinin evine gelinir. Evde herkes gelinin gelinlik evini gezer ve daha sonra hepsi bir odaya çekilir burada da def çalınır, oyunlar oynanır yarım saat bir saat kadar burada da eğlenildikten sonra duvak sona ermiş olur ve dağılırlar.
22-12 2009
22-12 2009
Anadolu’mun insanları, daha doğrusu Anadolulu köylülerimin cefakâr ve fedakâr insanlarıdır onlar. Onca yoklukların, kıtlıkların, savaşların, salgın hastalıkların, açlıkların ve perişanlıkların arasında, kendisi ve ailesinden çok misafirini düşündüğü için köy odalarını geliştirmişlerdir. Her köyde en az birkaç tane bulunan köy odalarından söz ediyorum.
Yani şu anda, tarihin yıpranmış yaprakları arasında kaybolan ve bu gün hiçbir etkinliği olmayan, virane halindeki, faaliyet göstermeyen yerler. Gençlerimizin tamamen bilmediği, tanımadığı, görmediği, yabancı olduğu yerlerdir bunlar.
Köye gelen bir yabancı bu yerlerde yer, içer, yatar kalkarlardı. Yabancı olsun olmasın bu mekânların ışığı yanar, ocakları tüterdi. Tabi ki o günün şartlarına göre. Işık yerine kandil kullanılırdı. Gaz lambaları daha sonra kullanılmaya başladı. Gençlerimizin tabiri ile Gaz lambaları ile güncellendi. Elektrik lambaları henüz meydanda yok. Şehirlerde bile yaygın değil. 1930’lu yıllardan söz ediyorum. Ocaklar tüterdi diyorum, yabancı misafir olmasa da; konum komşu toplanır sohbet ederlerdi. Ocakta ( zamane deyimi ile şömine) yanan ateşten ısınılırdı. Her ne kadar ocak yanındakilerin ön tarafı ısınsa da arka tarafı ısınmazdı. Ocağa en yakın birinci halka yaşlıların. İkinci halka da orta yaşlı ve gençlerindi. Bunlar oda sıcaklığında ısınırlardı.
Yabancı misafir varsa yemekleri öncelikle oda sahipleri ve akrabalarından bazen de komşuları ve köy halkı tarafından karşılanırdı. Bu günkü evler gibi evler iki üç oda olmadığından, hane sahibi misafirlerini evi gibi sayılan odalarda yedirir, içirir, yatırırdı. Tanıdık tanımadık fark etmezdi. Misafirin gönlünü hoş etmek için yemek sonrası sohbetler koyulaşır, oyunlar bile oynanırdı. Bu oyunlar okey, tavla, kâğıt oyunları değildi. Bunlardan birisi yüzük saklama oyunudur. Daha aklıma gelmeyen grup oyunları oynayarak vakit geçirilirdi.
Odaların önemini düşünüyorum da şimdi daha iyi anlıyorum. O yıllarda 1930-35’li yıllar- ulaşım yok, araba yok, elektrik yok, su yok. İklim şartları bu günden çok farklı ve acımasız… Diz boyu yağan kar aylar aylarca kalmak bilmez. Evlerin saçaklarında oluşan sülükler günlerce erimeden sarkar. Çocukluğumda bile hatırlıyorum da 1955-1960 yıllarında okula kardan gidemediğimiz zamanlar oldu. Ta ki büyüklerimiz karları temizleyerek yol açana kadar. Bazı yıllar kış o kadar şiddetli olur ve uzun sürerdi ki göller buz tutar, at arabaları göldeki buzun üzerinden giderdi. Gençler buz üzerinde kayma yarışı yaparlardı. Bu günün buz pateni gibi… Tüketilen enerji kaynaklarının çokluğundan mı? Yakıt harcayarak havayı ısıtan araçların olan etkisi mi? Yoksa küresel ısınmadan mı bilmem şimdi eskisi kadar kar yağmıyor. Bu şartlarda yabancı misafirin barınabileceği ideal otel ve lokantalardır odalar. Yalnız otel ve lokantalar gibi paralı değildirler. Hizmetleri karşısında hiç bir şey beklemeyen hayratlardır. Hayır evleridir.
Odalardan söz etmişken odabaşlardan söz etmeden geçemeyeceğim. Köyümüzde Odabaşlar lakabı bile vardır. Odabaşoğlu rahmetli Ramazan Özkan; babamın dayısı, Burhan Özkan’ın dedesidir. Değişik köylerde imamlık yapmış, beni de öğrenci olduğum için, tahsil yaptığım için seven nur yüzlü bir dede idi.
Her köyde olduğu gibi bizim köyümüzde de vardı bunlardan. Göl kenarında, Pazar yerinde, benim hatırlayamadığım belki başka yerlerde de. Göl kenarında ki şu anda Mehmet Alaca’nın evin olduğu yerdedir. Bizim eski evler de bu günkü evlerden önceki odanın yanıdır. Hatta oda da bizim sülalenindir. Yani babamın çocukluğu orada geçmiştir. Şimdi anlatacağım olayda orada geçmiştir. Olayı ilk defa rahmetli Veli amcamdan dinledim. (Veli Kösehan’dan). Babama da doğruluğunu teyit ettirdim.
Çetin geçen bir kış gecesinde oda da akşam yemeği yenir. Sular içilir. Eş dost ve yabancı misafirler başlar sohbete sohbet koyulaşır, su biter. Misafirler yatmadan Bir su daha içelim derler. Su bitmiştir. Babamın amcası, babama ve veli amca kuyudan testiye su doldurup getirmelerini söyler. Veli amcam 12, babamda 16 yaşında çocukturlar. İkisi testiyi alırlar su doldurmaya göl kenarındaki orta kuyuya varırlar. Bakarlar ki kovayı unutmuşlar. (kova kuyudan su çekmeye yarayan kap). Gece soğuk ve karanlıkta kovayı olmak için geri dönerler. Ararlar tararlar kovayı bulamazlar. Geç kaldıklarını fark edince telaşa kapılarak, gölün kenarındaki buzu kırarak testiyi doldururlar. Babamın amcası yaşlı olduğu için ilk suyu o içer. Suyu ikram eden de Veli amcamdır yetersiz olan aydınlatmada su tasındaki (su bardağı) buzu fark etmeden içmeye başlar. Ta ki ağzına buz parçası gelene kadar… Ağzından buz parçasını çıkarır. Babam veli amcamdan büyük olduğu için babamı yanına çağırır.” Suyu nereden doldurdunuz?” der demez, cevabı beklemeden tokadı yapıştırır.
O zaman yeğenini bile terbiye eden, eğitim veren bir amca; acaba bu gün aynı eğitim ve terbiyeyi kendi çocuklarına verebiliyor mu?
12.12.2009
Bir gezegende hava ve su yoksa hayat düşünülemez. Dünyamızda hava olduğuna göre hayatın olması için suyun çok önemi vardır. Canlılar için suyun önemi çok büyük dür. Adeta susuz hayat mümkün değildir diyebiliriz. Atalarımız bunu bildiği için suyu yer altından “Kuyulardan” veya yeryüzünde göllerden karşılamışlardır.
Köyümüzün yakınlarında pınar, ırmak, dere gibi su kaynakları olmadığından göl ve kuyuların önemi daha iyi anlaşılmaktadır. İçme suyu kuyulardan sağlanır. Hayvanların içme suları da göllerden sağlanır. Yöremizde tarım ve hayvancılığa dayalı hayat devam ettiğinden, tarım da hayvancılık da önemlidir. Bahar ve yaz aylarında çobanlar hayvanlara göllerden su içirirler, “sularlar “. Gece otlayan koyunlar sabah, gündüz otlayan sığırlar akşam evlerine gelirken göllerden su içerler. Başlıca büyük göllerimiz; “Goca Göl ( köy içindeki gölümüz), Kara Kavuk Gölü (köyün kenarında sepetçiler'in evine yakın su deposunun yanında ),Zeybek Gölü (eski bağ yolunda),Ebe Gölü, Uzun Göl, v.d.
Göllerin kaynağı ise yağan yağmur sularıdır. Kış ve bahar aylarında yağış fazla olursa göller dolar. Yağışlar az olursa göllerde yeterli su birikmez. Bahar ve kış ayları kurak geçerse, bahar aylarında yağmur duasına çıkılırdı. Yağmur duasında keşkek ve yemekler pişirilir, duadan sonra hep birlikte yemekler yenirdi. Kazanlarda kaynayacak erzaklar ise birkaç gün önce yapılan yağmur gelini ile toplanırdı.
Hangi yıl tam olarak hatırlamıyorum ama birkaç gün sonra yağmur duası yapılacağı söylendi. Biz de birkaç arkadaş bir araya gelerek yağmur gelini yapmaya karar verdik. Beş- on çocuk, bir- iki tanede genç bir araya gelirdik. Birisini gelin yaptık. Üzerine atılan sulardan ıslanmasın diye kepenek giydirdik. Kepeneğin her tarafını kapattığımız için bir sopanın ucunu eline tutturduk. Sopanın diğer ucunu da başka bir arkadaş tuttu başladı yağmur gelinini çekmeye. Yağmur gelini önünü görmediği için diğer arkadaş ona kılavuzluk ediyordu. Bir başka genç de verilen nevaleleri "buğday, nohut, bulgur " toplamak için heybe almıştı sırtına. Hanelerden toplananları heybe ile taşıyordu. Her evin önüne geldiğimizde bağırıyoruz:
Tarlada çamur!
Teknede hamur!
Ver Allah'ım ver
Sulu sulu yağmur.
veya
Yağ yağ yağmur!
Teknede hamur!
Ver Allah'ım ver
Sicim gibi yağmur.
Yağmur Gelini yağ ister
Kaşık kaşık bal ister
Koç kuzulu kurban ister
Göbekli harman ister.
Yağmur yağ yağ
Kuyu dol dol
Arpa biş biş
Sovan diş diş.
Kapıya gelen hane sahibi, yağmur gelininin üzerine bir miktar su serptikten sonra heybesi olan gencin heybesine bir miktar buğday, bulgur, nohut koyar. Ekip bir başka haneye gider ve böylece bütün köy dolaşılırdı. Toplanan erzaklar yağmur duasında kullanılmak üzere duayı organize eden heyete teslim edilirdi. Bizde aynısını yaptık ve yağmur duası gününü bekledik.
Sıcak bir bahar günü idi hatırladığım yağmur duası. O gün hem Zeybek Gölü temizlenecek hem de yağmur duası yapılacaktı. Sabah erkenden at ve öküzlerin çektiği saban ile göl sürüldü. Çıkan kesekler temizlenip gölün kenarına konarak kenarları yükseltildi. Böylece gölün içi de derinleştirilerek daha fazla su toplanması sağlandı. Bu işlem birkaç kez tekrarlanarak gölün derinliği daha da artırıldı. Çocuk olduğum için büyük kesekleri değil küçük kesekleri alıp kenara koyuyordum. Büyük kesekleri gençler ve orta yaşlılar temizliyordu.
Adamlar, gençler ve çocuklar göl temizlerken, başka bir tarafta koyun kesildi ve kazanlar ocağa kuruldu. Kadınlar kazanlarda etli bulgur pilavı, kavurma ve keşkek pişirmeye başladı . Öğleye doğru yemekler pişti, göl temizliği hitam buldu. İnsanlar yorgunluktan yerlere serildi.Camiden gelecek cemaat sabırsızlıkla bekleniyordu. Bu ara açlığa dayanamayan çocuklara yemek verilmeye başladı. Öğle ezanı okunmuştu, camidekiler neredeyse gelmek üzereydi. Yaklaşık on dakika sonra namazdakiler köyün kenarında göründü, geliyorlardı.
Kadınlar hazırlıklarını tamamlayarak gelenlere yemeklerini yedirdiler. Bu arada kendileri de yemeklerini yediler. Artık dua için herkes hazırdı.
İmam iki rekât namaz kıldırdıktan sonra duaya başladı. Uzunca bir konuşma ve duadan sonra yorgun bir şekilde herkes evine dağıldı
21-03-2010
BAŞA DÖN 21-03-2010